Adl, “doğru olmak,  doğru ve hakkâniyetle davranmak, adaletle hükmetmek, eşit kılmak, .. v.b“   mânâlarına gelen bir mastardır. “Doğruluk, hakkâniyet ve adalet” anlamlarıyla isim olarak kullanıldığı gibi, “çok âdil” anlamında sıfat olarak da kullanılır.  Esmâ’ül hüsnâdan (Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden) biri olarak kullanıldığında ise,  “El Adl“  “asla haksızlık ve zulüm yapmayan, çok âdil, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan“ anlamlarına gelmektedir. Yine, adalet ile aynı anlama gelen kısd kelimesi de Kur’an ve hadislerde sıkça geçmektedir. Her şeyi yerli yerine koymak, hakkâniyete uymak, dengeli ve ölçülü bir nizam oluşturmak, ölçü ve mizânı doğru yapmak, her hak sahibine hakkını vermek, yapılan işin hiçbir zulüm, hakszılık ve aşırılık unsuru taşımaması gibi hususlar da Adalet kavramı altında mütalaa edilmektedir.  Kısacası, adalet kelimesi dînî terminolojide düzen, denge, denklik, eşitlik, uyum, âhenk, hakkâniyet anlamlarında da kullanılmıştır. Nitekim, adaleti  sembolize eden terâzi aynı zamanda denklik, eşitlik ve dengeyi de sembolize etmektedir.

Adaletin zıddı ise haksızlık ve zulümdür ki, bu durumda nizam (düzen), eşitlik ve dengeler bozulur, hakkâniyete uyulmaz. Onun için Allah-u Teâlâ bunlardan tenzih edilmiştir, O’nun hakkında -hâşâ-  böyle şeyler kesinlikle düşünülemez.

 

CENÂB-I  HAK  KULLARINA  ZULÜM (= HAKSIZLIK)  EDER Mİ?  HÂŞÂ!

Allah-u Teâlâ’nın  kullarına zerre kadar bile zulüm, yâni haksızlık yapmayacağı Kurân-ı Kerîm’de çok sayıda ayetle bizlere bildirilmektedir. Misal:

“ Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm (haksızlık) yapmaz. Eğer yapılan iyilik olursa, onu katlar (kat kat arttırır) ve kendi katından büyük bir mükafat verir. “    (Nisâ suresi, âyet 40)

Sevab, Allah- Teâlâ’nın bir lütfudur. Cenâb-ı Hak kullarına, iyi amellerinin karşılığı olan sevabı kat kat (10’dan 700 misline  kadar) verir. Azab ise O’nun adaletidir, çünkü kötülük yapanlara ancak yaptıkları miktar kadar, bir’e bir ceza verir (En’am suresi,  âyet 160). Başka bir ifade ile,  Cenâb-ı Hak’kın günahkarları affetmesi O’nun fazlıdır;  ceza vermesi ise adlidir. Dolayısıyla Cennet, Allah-u Teâlâ’nın lütfu eseridir, Cehennem ise O’nun adaletinin icâbıdır.  Yine, Nisâ suresinin 49.uncu  âyetinde Allah-u Teâlâ hiç kimseye “fetil“ kadar dahi haksızlık yapılmayacağını beyan buyurmaktadır ki, fetil hurma çekirdeğinin ortasındaki yarıkta bulunan ince iplik gibi çizgi demek  olup,  genellikle Türkçeye “kıl kadar” diye tercüme edilmiştir.  Bunlar gibi daha birçok âyet-i  kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarına asla zulmetmeyeceğini, onlara suçsuz yere azab etmeyeceğini beyan etmektedir.. Kaldı ki,  ehl-i sünnet itikadına göre,  Allah-u Teâlâ’nın kullarına günahsız yere azabetmesi dahi zulüm değildir.  Çünkü zulüm; başkasının mülkünde tasarruf demektir ki, her şey Hak Teâlâ’nın mülkü olduğundan, O mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir ve bu asla zulüm sayılmaz.  Ancak, Cenâb-ı Hak zulümden (haksızlıktan) son derece münezzeh olduğundan, kullarına suçsuz yere azabetmeyi, kendisinden meydana gelmesi imkansız olan zulüm gibi kabul etmiştir.

Bu noktada  birçok kişinin aklına:  “O halde neden insanların başına birçok dert ve musibetler geliyor?” şeklinde bir soru gelebilir. Bunların hikmetini anlayabilmek için herşeyi (yâni  geçmişi, şimdiki hâli  ve geleceği ile birlikte yeryüzünün tümünde ve Evrende cereyan eden bütün olayları ve bunların aralarındaki çok yönlü ilişkileri) kuşatan külli bir akıl ve anlayış sahibi olmak lâzımdır ki,  biz insanlar için böyle bir şey mümkün değildir. Dolayısıyla, bizler ancak âyet ve hadislerde açıklandığı kadarını  anlayabiliriz. Misal:

“ Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir,  (bununla beraber Allah) çoğunu affeder“                 (Şûrâ suresi, âyet 30)

Bundan dolayı,  insanın başına bazı sıkıntılar geldiği zaman kişinin öncelikle  “Acaba ben (madddi veya mânevi) nerede hata yaptım, neyi eksik bıraktım?“  diye düşünmesi ve  hata, eksik veya kusurlarını bularak bunları gidermeye çalışması en doğru yoldur. Hatayı kendinde görmeyip de başkalarını suçlamak ise en kolay yoldur,  fakat bunun kişiye bir şey kazandırmayacağı,  aksine çok şey kaybettireceği de bilinen bir gerçektir.

Bu genel kuralın, yâni  “kendi ellerimizle işlediklerimiz sebebiyle başımıza gelenler” dışında, bir de özellikle müminlere, salih kullara gelen dert ve sıkıntılar vardır ki, onlardaki  bazı hikmetleri de  aşağıdaki hadis-i şerifler açıklamaktadır:

“Müslümana isabet eden  bir yorgunluk, hastalık, (gelecekten) kederlenme, (geçmişten) hüzünlenme, (başkalarından gelen) eza ve  gam (iç sıkıntısı)  – hatta vücuduna diken bile batsa –  Allah muhakkak bu musibetler sebebiyle onun günahlarının bir kısmını örter“                            (Buhari, Müslim , Ruhul Furkan 5/ shf 377)

Yine,  başka bir hadis-i şerif’de de buyurulmuştur ki:

“Allah Azze ve  Celle bir mümini mübtela kılmışsa, mutlaka ona ikram etmek için ibtila etmiştir..”                   (Ramuz’ul Ehadis,   1244)

(Mübtela kılmak = çeşitli dert ve sıkıntılarla sınamak demektir)

Bu hadis-i şerifler  (ve diğerlerinden) anlaşılmaktadır ki, müminlere gelen sıkıntılar onların günahlarının affedilip mânen temizlenmelerine,  derecelerinin yükseltilmesine ve dolayısıyla âhirette  büyük ikramlara ulaşmalarına  vesile olmaktadır. Dünya hayatında çekilecek az bir sıkıntıya mukabil,  Cennetde ebediyyen, sonsuza dek mutluluk içinde yaşamak, az bir bedel karşılığında çok   büyük nimetlere sahip olmak  demek değil midir ? Yine hadis-i  şeriflerden öğreniyoruz ki,   Cenâb-ı Hak  dünya  hayatında en büyük imtihanları önce peygamberlerine,  sonra da velîlerine ve  sâlih kullarına  vermiştir; ancak âhiretteki en yüksek dereceler de yine onlarındır. Dolayısıyla, dünya sıkıntılarına sabretmek en doğru yoldur. Cenâb-ı Hak hepimize “sabr-ı cemil“ (güzel sabırlar)  ihsan etsin! Amiin..

 

YÜCE  ALLAH  (celle celâluhû)  ADALETİ   EMREDER

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes hazretleri çok sayıda Kur’ân âyetiyle bizlere adaleti emretmektedir. Bir buçuk milyarlık  İslam dünyasında,  her Cuma günü, hutbelerde şu âyet-i kerîme okunmaktadır:

“ Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabâya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı (çirkin işleri), kötülüğü ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor “     (innallahe ye’muru bil adl vel ihsani .. )                                            (Nahl suresi, âyet 90)

Kapsamlı anlamından dolayı, sahabeden Abdullah İbn Mes’ûd radıyallahu anh hz.leri  bu âyet hakkında:  ”Eğer bundan başka âyet olmasaydı, bu âyet Kur’ân’ın herşeyi açıklayıcı ve âlemlere hidayet ve rahmet olması için yeterdi ..”  demiştir. Âyette geçen adalet kavramını bazı müfesssirler, “bütün ahlak ve muamelelerde istikamet (doğruluk) ve her hak sahibinin hakkına riayet etmek“,  diğer bir kısmı ise “Hakkın belirlenmesinde Allah’ın c.c emrinden ve rızâsından başka (ör:  kendisinin veya yakınlarının  menfaati, v.b .. ) ölçü kullanmayarak , O’nun herşey  ve herkes için belirlemiş olduğu hakları -nefsine ağır gelse bile-  sahibine vermek“  olarak açıklamışlardır.

Yine, başka bir âyet-i kerîmede (kısd  kelimesi kullanılarak) :

“ De ki:  Rabbim adaleti emretti .. “                           (A’râf  suresi, âyet 29)

buyurulmaktadır.  Dikkat edilirse,  bu  âyetlerde  (diğer birçoğunda olduğu gibi)  Allah-u Teâlâ’nın adaleti “emrettiği ” beyan edilmekte ve buna  “sadece şunlara karşı veya  şu şartlar altında ..”  gibi bir sınırlama da getirilmeden mutlak surette adalet emrolunmaktadır. Yâni adalet, sadece insanlara değil,  Cenâb-ı Hak’kın tüm mahlukâtına karşı ve her zaman, her koşulda uygulanması gereken  Evrensel bir prensiptir. Bundan dolayı, adalet İslam toplumunun –olmazsa olmaz-  en temel  özelliklerinden biridir  ve yine bundan dolayıdır ki bu prensibin tititzlikle uygulandığı Asr-ı Saadet (Hz. Peygamber s.a.v Efendimizin  zamanı)  ve dört halife devri ve özellikle de Hazret-i  Ömer’in r.a adaleti dillere destan olmuştur.

 

ADALET  (GEREK BİREYSEL, GEREKSE TOPLUMSAL BAZDA) TİTİZLİKLE UYGULANMASI GEREKEN  TEMEL BİR PRENSİPTİR  

“ Ey imân edenler ! Adaleti titizlikle ayakta tutan (tam yerine getiren)  ve Allah için şâhidlik eden kimseler olun! (Bu tavrınız) velev kendiniz veya ana-baba veya akrâbalarınız aleyhine olsa da ! ister zengin, ister fakir olsun  ..”(Nisâ suresi, ayet 135 den)

Bu ayet-i kerîme İslam adaletinin  temellerinden biridir.  Hak ve adaleti bunun kadar özlü ifade eden başka hukuk prensibi yoktur:

“  ..  kendi aleyhinize bile olsa  adaleti titizlikle  ayakta tutanlardan olun  ! ..”

Yâni Cenâb-ı Hak bizlere adalet konusunda son derece titiz  davranmamızı,  kendimiz  veya ana babamız aleyhine bile olsa  doğruluk ve hakkaniyetten  ayrılmamamızı, haksızlık yapmamamızı emir buyurmaktadır. Âdil olmak bütün insanlara karşı gözetilmesi gereken bir davranıştır. Dinimize göre bu hususta iyi -kötü, müslüman – kâfir  (hatta dost – düşman , v.b) ayırımı yapılmaz. Din, dil, ırk, sosyal statü (zengin -fakir),  kadın-erkek , yaş, akrabalık, .. v.b.  gibi hususlara bakılmaksızın  adalet,  Allah’ın c.c kulları arasında eşit, yâni tam tarafsız ve objektif bir biçimde uygulanır. İşte, adalet ( diğer İslami pensiplerle beraber) bu şekilde uygulandığı  içindir ki,  bünyesinde çok sayıda  ırkları barındıran  Osmanlı, Selçuklu, .. ve diğer  İslam devletleri  hükmettikleri geniş topraklarda   huzur, barış ve istikrarı sağlamaya muvaffak olmuşlardır. Çünkü adalet Allah-u Teâlâ’nın kendi Zâtı için seçtiği Evrensel bir prensiptir;  insanlar ancak adaletle sulh olur .

Yine, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

“ .. söz söylediğiniz zaman, akrabâ bile olsa, adâletli olun ! .. ”   (En’âm suresi, ayet 152’den)

“ ve iza kultum fa’dilu ve lev kâne za kurbâ “

Rûh’ul Furkan tefsirinde bu ayetin açıklaması şöyle yapılmaktadır:

“Bu ayet-i kerime  toplumla ilgili genel mânadaki edepler hakkında büyük bir tenbihi içermektedir ki,  hakikaten birçok mesele bu doğru konuşma prensibine  dahildir. Hatta, insanlar arasında konuşmayla halledilen bütün muameleleri kapsayan bir ifadedir ki, bunlara misal olarak şunları sıralayabiliriz:

a) Şahitlik yapmak: Bir yakınını koruma veya rüşvet alma gibi nedenlerle yalan şahitlik yapmaktan son derece sakınılmalıdır. Nitekim bu konu, Allah’a ortak koşmakla birlikte anılan en büyük günahlardandır

b) Kaza (Yönetim) ve hüküm verme konusudur ki,  bu konuda idareciler  ve  hâkimler çok büyük sorumluluk  altında olduklarından , hakkın dışında bir hüküm vermemeli, akrabalık, çıkar, rüşvet, v.s  nedenlerle  doğruluktan ayrılmamalıdırlar. (Adaletle hükmetmeyen, yanlı karar veren idareciler ve hâkimleri Cehennemle tehdit eden çok sayıda hadis-i şerif vardır )

c) Başka bir kişiyi değerlendirirken , onun hakkında iyi veya kötü derken veya güvenilmez yorumu yaparken mutlaka doğruluktan ayrılmamak lazımdır. Aksi taktirde doğacak neticelerden, âhirette büyük mesuliyet vardır .

d) İstişâre (danışma) konusudur ki, bir insana herhangibir konuda bir fikir sorulduğunda, istişârede bulunan kişiyi mutlaka doğruya yönlendirmelidir. Zira, yanlış beyanlarda bulunarak, kendisine güvenen kişiyi zarara düşürmesi halinde, ahirette bunun vebâli çok büyük olacaktır. Hadis-i şerif de şöyle buyurulmuştur “ İstişâre yapılan kişi, güvenilen kişi demektir ..”

e) İnsanların arasını bulmak hususunda doğruluktan ayrılmamak lazımdır. Misal, karı- koca arasını bulma da, dargınları barıştırma da , .. vb.

f) Alışveriş, kiralar gibi muamelelerde, eşyanın vasıflarını bildirirken de doğru beyanda bulunmak, en önemli meselelerdendir. Nitekim sattığı şeyin ayıbını gizlemek veya pahalıya aldığını iddia etmek gibi husular büyük günahlardandır.

g) Verilen sözde adaletli olmak, yani yapamayacağı veya yapmaya niyetli olmadığı şeyleri söylememek, insanı oyalamak veya günü kurtarmak için söz vermemek, söz verirken de doğru bir beyanla taahhütte bulunmak, hiç şüphesiz bu konuya dahildir. Nitekim:

“ Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz ?  Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz,  Allah katında büyük bir gazab (sebebi) oldu “        (Saff suresi , ayetler 2, 3)

h) Vasiyet konusunda da, miras haklarına sahip olanlara zulmeder mahiyette beyanlarda bulunmamalıdır. Zira bu Cehenneme girmeye sebebiyet veren en büyük günahlardandır.

ı) Yeminler konusunda da çok ihtiyatlı olmak, Allah-u Teâlânın adını yalan bir beyana karıştırmamak ve batıla yemin etmemek; İslam’ın en büyük emirlerindendir..

i) Yapılacak övgü ve tenkidlerde haddi aşmayıp adaleti korumak, doğru beyandan ayrılmamak da bu konu ile alâkalıdır. Dolayısıyla bir kişiyi methedecek olan, onda olmayan vasıflarla övmeye kalkarsa yalancı olacağından, kişiyi kendinde bulunan vasıflarla övmekle yetinir..

j) İslamın temel emirlerinden biri olan “İyiliği emredip, kötülükten sakındırmak” konusu da bu  bahse dahildir, şöyle ki; iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak  isteyen kişi, bunu adalet vechi üzerine icra etmelidir ki, bu ise  eziyet ederek kaçırtmamak suretiyle aşırılığa kaçmamak, tebliği gereken miktarı da  eksik bırakmamaktan ibarettir.

k) İnsanlar arasında elçilik vazifelerini tebliğ ederken yapılan konuşmalar ve beyanlar da bu cümledendir. Çünkü bu elçilikleri, gönderen tarafın muradına halel vermeyecek şekilde, fazlasız ve noksansız olarak ulaştırmak gerekir.

Artık müslümana yakışan: “ .. yakınlık sahibi de olsa, söylediğiniz de adaletli olun ! ” kavl-i şerifiyle amel ederek , konuşmak istediğinde, söyleyeceği sözü çok düşünmesidir. Eğer konuşacağı meselenin, Allah c.c indinde makbul ve doğru olduğuna kanaat getirirse onu telaffuz etmeli, yok eğer, bir insanı ayıplamak veya onda olmayanı söylemek yahut bir konuyu tahrif ederek nakletmek gibi haksız ve zâlimâne bir beyan olacağını anlarsa, onu yutmalıdır. “

(Rûh’ul Furkan,  En’âm suresi, 152.inci ayetin tefsirinden)

 

ADALET,   EVRENSEL BİR   YASADIR

Zerre’den kürre’ye (atomaltı parçacıklardan dev yıldızlara),  sivrisinek’ten fil’e, böceklerden çiçeklere kadar bu âlemde  görülen herşeyin hassas bir mizân,  ince bir ölçü ve hârika dengelerle tanzim edildiği açık bir şekilde ortadadır.. Misal olarak dünyamızı ele alalım. Dünyamızın güneşe olan uzaklığı, ay ile dünya arasındaki mesafe, dünya ekseninin 23.5 derece eğik olması, güneş etrafındaki eliptik yörüngesi,  bu yörünge üzerindeki hızı, kendi etrafındaki dönüş hızı,  .. ve benzeri hususlar son derece ince ölçü, hesap ve dengelerle düzenlenmiştir. Bunlar neticesinde dünyamızda aynı anda dört mevsim  oluşmakta,  yağmurlar ve ısı dünya genelinde dengeli olarak dağılmakta, bahar aylarında  güneş dünyayı tatlı tatlı ısıtmakta, yaz aylarının sıcaklarına karşı serin rüzgarlar esmekte,  insanların ve hayvanların temel  gıdası olan  yeşil bitki örtüsü (meyve/sebze)  gereğince beslenmekte,  kısaca her türlü canlının yaşamasına elverişli  doğal ortam oluşup  varlığını sürdürmektedir. Şayet bu hususların birinde en ufak bir sapma olsaydı, örneğin dünya güneşe daha yakın bir konumda olsaydı, bunların hiçbir olmayacak,  kısa bir süre  içinde dünya tamamen kuruyup çölleşecekti. Benzer nizam herşey için  geçerlidir. Örneğin, sivrisineğin de hortumu vardır, fil’in de.  Ancak, sivrisineğin hortumu kıldan incedir, fil’in hortumu ise soba borusundan daha kalındır. Şayet sivrisineğe  daha kalın veya  fil’e çok daha ince birer hortum verilseydi , ikisi de yapmaları gereken şeyleri yapamazlar ve kısa bir süre  sonra ölüp soyları tükenirdi. Keza,  örümcekler gibi  bazı böcek türlerinin  çok sayıda  gözü   ve yine   çok sayıda  bacakları vardır. Onlar ancak bu sayede varlıklarını sürdürebilirler.  Oysa, Allah-u Teâlâ biz insanlara  ikişer göz ve ikişer  el ,  ayak vermiştir. Hiçbir insan da bundan daha fazlasını, misal dört tane kol veya bacak  istemez, çünkü böyle bir şey  onu insan olmaktan çıkarıp başka bir yaratığa dönüştürür (“ .. size şekil vermiş, şeklinizi güzel kılmıştır “  Mümin suresi, âyet 64’ten) . İşte görülmektedir ki, böcekten çiçeğe,  sinek’ten fil’e   her şey tam  olması gereken  şekilde yaratılmıştır,  her şey yerli yerindedir,  hiçbir şeyde  eksiklik , fazlalık, aşırılık yoktur. Bize çirkin veya ürkütücü gelen şeyler için de, örneğin bir timsah, bir sırtlan veya bir diken için de  bunlar geçerlidir. Keza, dünyada böyle olduğu gibi, Evren’in tümünde de bu böyledir. Kısaca, her şeyde  bir nizam, âhenk (uyum),  ölçü,  denge, hikmet ve maslahat (fayda), yâni adalet hâkimdir..

Rahman suresi 7. ila 9.uncu âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır:

(O) Göğü yükselmiş   ve  mîzanı  (düzen ve ölçüyü) koymuştur . Sakın  aşırıya gidip (haksızlık ve taşkınlık yapıp)  mîzanı  bozmayın. Ve  ölçüyü (tartıyı) adaletle dosdoğru yapın, hem mîzanda (ölçü/tartı da)  eksiklik etmeyin ! ”

Mîzan kelimesi  Arapça’da  “ölçmek, tartmak“  anlamlarındaki  “Vezn”  kökünden türemiş bir kelimedir. “ Ölçmek, dengelemek, ölçü, tartı  ve  adalet “  kavramlarının hepsini kapsamakta  olup   kullanıldığı yere göre anlam kazanmaktadır. Rahman suresinin bu âyetlerine tefsirlerde genellikle şöyle mânâ verilmektedir:

“Allah-u Teâlâ  yeryüzünde ve göklerde dengeli bir nizâm (düzen)  kurmuştur.  Bütün gök cisimleri  bir ölçü ve denge  içinde  uyumlu  bir şekilde hareket etmektedirler.  Düzen ve  denge  (yâni adalet)  Evren’de  hâkim olan  İlâhi bir yasadır.  Şayet bu  (âdeta) sonsuz büyüklükteki Evren ve  içinde bunca varlık , uzayda  dolaşan  milyarlarca yılıdız, gezegen,  ..  v. b.  adalet ve denge üzerine kurulmuş bir  nizâma  tâbi kılınmasaydı,  Evren  bir  saniye bile  ayakta  kalamazdı. Nitekim Hz . Peygamber  s.a.v Efendimiz de:

“ Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir “  

buyurarak adaletin  kâinat nizâmındaki önemini vurgulamışlardır (Elmalılı, Rahman 7 tefsiri)

Kısaca,  bu  kâinatın nizâmı  – bir  Evrensel kural olan-  adalet ve dengeye dayanmaktadır. Cenâb-ı  Hak,  “ Siz de mizanda taşkınlık etmeyiniz  ..” diyerek   insanların da bu Evrensel yasa  çerçevesinde  hareket etmelerini,  yâni  insanların da kendi  yetki ve sorumluluk alanları içersinde adaleti tesis etmelerini  istemektedir. Bundan dolayı, Asr-ı Saadet’ten başlamak üzere,  İslâm’ın  uygulandığı bütün  toplumlarda  adalet prensibine  sıkı sıkıya bağlı kalınmış, köle (hizmetli)  ile efendisi, siyah ile beyaz, zengin ile fakir,  güçlü ile zayıf,  gerçek anlamda ve hiç şüphe götürmeyecek bir şekilde eşit muameleye  tâbi tutulmuştur. Hz. Ömer radıyallahu anh’ın  hizmetkârı ile birlikte Kudüs’ün fethinde nöbetleşe deveye binmesi, şehre girerken de sıranın hizmetkâra  gelmesi üzerine halkın onu Emir’ül Müminin (devlet başkanı) sanması bunun bir örneğidir.

Yine Hazret-i Ömer  zamanında, Arabistan’ın kuzeyinde bulunan Roma’ya bağlı Gassan eyaletinin hristiyan olan emiri  Cebele bin Eyhem,  Medine’ye gelip müslüman olmuştu.  Sonra Hac için Mekke’ye gitti. Kâbe’yi tavaf ederken bedevinin biri, bunun ipekli ihramına bastı, ihram yırtıldı. Buna hiddetlenen Cebele adamın burnuna bir yumruk atıp kanattı. Bedevi, halife Ömer’e (r.a)  müracaat edip emir’den şikayetçi oldu. Hz. Fâruk Cebele’ye:

“Ya adamı râzı et, yâhud  o da  (herkesin ortasında) senin burnuna vurup hakkını alacaktır“ dedi. Cebele : “Ben bir hükümdârım, o ise âdî bir bedevidir”  dediyse de, Hazret-i Ömer:

“Müslümanlık hukukunda bunun önemi yoktur“  buyurdu. Cebele: “Öyle ise müsaade et, bu gece düşüneyim“ dedi. Hazret-i Ömer de müsaade etti.  Cebele, biraz para vererek bedeviyi râzı etmeyi kendisi için bir zül saydığı için, o gece maiyetiyle birlikte Medine’den kaçtı. Bizansa ilticâ ederek tekrar hristiyanlığa döndü ve ölünceye kadar orada kaldı.

 

“ADL“   SIFATI  ÂHİRETİN VARLIĞINI  İCAB  ETTİRİR

“Evet görüyoruz ki, ale’l -ekser (çoğunlukla)  gaddar, fâcir (günahkâr),  zâlimler, lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin (dindar), fakir mazlumlar, zahmetler, zilletler, tahkirler (hakaretler), tahakkümler (baskılar) altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetden bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehâdetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pâk ve münezzehtirler (temizdirler).  Öyle ise, adalet-i İlâhiyenin tam mânasıyla tecelli etmesi (ortaya çıkması)   için haşr’e (yeniden dirilmeye) ve mahkeme-i  kübrâ’ya (âhiretteki büyük mahkemeye) lüzum vardır ki, biri cezasını, öbürü mükâfatını görsün”    (“İşârâtü’l İcâz”, Bediüzzaman Said Nursi)

Bu dünyada -zulüm, katil başta olmak üzere-  yanlış işler yapan birçok insanın bir cezaya uğramadan,  veya aksine, birçok mümin ve salih insanın da yaptıkları iyiliklerin karşılığını görmeden  hayattan göçüp gittikleri,  dolayısıyla bu âlemde İlâhi adalet’in tam olarak tecelli etmediği  birçok kişi  tarafından müşahede edilen bir durumdur.  Allah-u  Teâlâ  “âlemlerin Rabbi” dir.  Öyle ise haklının hakkını alacağı, haksızın da cezasını göreceği  başka bir âlem  olması icap eder ki, İlâhi adalet tam olarak  gerçekleşsin. İşte  orası insanların bu dünya hayatında yaptıklarının karşılığını  göreceği, sonsuza dek yaşanacak olan âhiret âlemidir :

“ .. Bugün herkes (dünyada) kazandığı şeyin karşılığını görür. Bugün haksızlık yoktur ..”   (Mümin  suresi,  âyet 17’den)

Bu  dünya hayatında Cenâb-ı Hak’kın emirlerine bütün gayretiyle sarılanın  gayreti mükafâtlandırılmaz ve  her kötülüğü  işleyene de  bir ceza verilmez,  işlediği yanına  sonsuza dek kâr kalırsa, o zaman  adaletten bahsetmek mümkün olabilir mi?  Dünya âlemi de, âhiret âlemi de Allah-u Teâlâ’ nın mülküdür.  Allah-u Teâlâ kullarına zerre kadar bile haksızlık yapmadığına göre,  adalet-i İlâhiye er veya geç, bu dünyada veya âhirette fakat  mutlaka tecelli edecektir, bunun aksi düşünülemez. Zerre kadar bile olsa,  insanın yaptığı hiçbir iş boşa gitmeyecek, dünyada veya  âhirette  (nimet veya azab olarak)  mutlaka karşısına çıkacaktır. Bu husus çok sayıdaki âyet-i kerîme ve hadis-i şerîf ile sürekli olarak bizlere hatırlatılmaktadır ..

Yazımızı bu hususu vurgulayan bir âyet-i kerîme meâli (anlamı) ile bitiriyoruz:

“  Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görecektir,  kim de zerre miktarı şer işlemisse onu  görecektir  .. “               (Zilzal suresi,  âyetler 7 ve 8)

(R.A Nisan 2013)