Bu hususta Ruhu’l Furkan tefsirinde şöyle yazmaktadır :
“ Resûlullâh (Sallallâhu aleyhi ve sellem) Yemen’in en ücra köşesinden Umman sahrasına, bir taraftan da Hicaz’ın en uzak bölgesine (yani bütün Arap yarımadasına) mâlik olmuşken, vefat ettiğinde borçlu ölmüş ve ailesine yemek almak için zırhını rehin bırakmıştır. Ardına hiçbir dinar dirhem (para-pul) bırakmamış, hiçbir sağlam köşk yapmamış, hurmalıklar v.b bırakmamıştı.
Kendini toprak üzerinde yer ve toprak üzerinde otururdu , aba giyerdi, yoksullarla oturup kalkardı , çarşılarda (tek başına) alışveriş için dolaşırdı, elini yastık yapardı , elbisesini yamalardı , na’l-i şerifini ( sandalet benzeri ayakkabı) dikerdi, evini düzeltirdi, ev işlerinde ailesine yardım ederdi , yaslanarak yemezdi ve : “ Ben ancak kulum, bir kulun yediği gibi yerim, içtiği gibi içerim” derdi.
(Yanlışlıkla birine eziyet verecek olsa) kendinden kısas aldırırdı. Hiçbir zaman ağız dolusu gülerken görülmezdi. Bir kol etine davet edilse icabet ederdi , kendisine bir (koyun) paça(sı) dahi hediye edilecek olsa kabul ederdi.
Tek başına yemezdi , yanındaki hizmetkarlarına kötü muamele etmezdi, hediyesini kimseden esirgemezdi, Allah yolunda olmadıktan sonra eliyle hiçbir şeye vurmazdı. Ayakları şişinceye kadar Allah için kıyamda durur, kendisine : “ Allah Teâlâ senin geçmişini ve geleceğini bağışlamışken hâlâ niye böyle yapıyorsun ? “ denildiğinde ise :
“ Ben hakkıyla şükreden bir kul olmayayım mı ? ” derdi.
Gece namaza kalktığı zaman ağlamaktan dolayı kendisinden tencere kaynamasına benzer ses işitilirdi. Allah-u Teâlâ ona ve âl-i etba’ına kıyamet gününe kadar devam edecek salât-ü selâm eylesin ! ” (Âmin) (Ruhu’l Furkan tefsiri, c. 14 s. 457)
Açıklamalar :
–Zühd, dünyaya ve dünyevi nimetlere yani para, mal, altınlar, kadınlar, bağlar- bahçeler, binek hayvanları (günümüzde arabalar ) .. , v.b rağbet etmemek demektir. Bir müslüman bunlardan gereği kadar (zaruret miktarınca) faydalanır, fazlasının peşinde koşmaz. Müslümanın hayattaki esas gayesi marifetullah, muhabbetullah (Allahı tanımak ve sevmek) ; İslam’a ve insanlara hizmet ederek Allah c.c rızâsını kazanmaktır.
–Efendimiz’in aldığı borç karşılığı zırhını rehin vermesi : İslam’da din ve devlet düşmanlarına karşı cihad farz’dır . Yapılan savaş neticesinde şayet müslümanlar galip gelirse, düşmanın malları -Enfal suresinin ilgili ayetleri ile İslam mücahidlerine helal kılınmıştır ki, buna ganimet denilir. Medine döneminin sonlarında , yani Efendimiz’in vefatına yakın zamanda yapılan gazâlar neticesinde Medine ‘ye birçok ganimet malının geldiği ve bunların içinden Peygamber Efendimize de (s.a.v ) önemli miktarların tahsis edildiğini kitaplar yazmaktadır. Fakat Efendimiz aleyhisselâm’a gelen hiçbir altın, gümüş veya ona düşen develer, koyunlar, v.b diğer mallar onun nezdinde bir günden fazla kalmazdı ; sabah gelen malları, altınları , .. v.b en kısa sürede mutlaka fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine dağıtır , akşama kadar elinde bir şey kalmamasına çok özen gösterirdi. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz hz.leri tevekkül, tefviz ve rızâ mertebelerinin zirvesinde olduğu için hayatı boyunca “ Belki yarın (veya daha sonra) lazım olur” düşüncesiyle hiçbir şey biriktirmemişti. Bu bakımdan vefatına yakın bir zamanda – gerekli olduğu için – borç almış, aldığı borca karşılık ta borcun bedelinden çok daha fazlasını, zırhını rehin olarak vermişti.
Peygamber Efendimiz o kadar cömertti ki, kendisinden bir şey isteyen kimseyi katiyyen boş çevirmezdi. Şayet yanında ona verecek birşeyler yoksa, başkasından ödünç alıp yine verirdi. Ebu Hureyre -radıyallahu anh -anlatıyor :
“ Adamın biri Nebi aleyhisselâm’a gelip bir şeyler istedi. Yanında ona verecek bir şey bulunmadığı için, Hz. Peygamber bir başkasından yarım vesak (otuz ölçek) ödünç aldı. Daha sonra ödünç veren kişi gelip hakkını istediği zaman ona bir vesak (altmış ölçek) verdi ve şöyle dedi : “ Yarısı borcu ödemek, yarısı bahşiş (hediye) “ (Şifâ-i şerif, 2.Bab, 13. Fasıl)
–Köşkler ve hurmalıklar yapmaması , elini başının altına yastık yapması : Medine döneminin sonlarınla Efendimiz aleyhisselam peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığı görevini de üstlenmişti. O devirdeki iki güçlü devlet olan Doğu Roma ( Bizans)ın başındaki Kayser ile Perslerin başındaki Kisra gayet gösterişli saraylarda , köleleri, cariyeleri, hizmetkârları, v.b ile birlikte , altın işlemeli ipekli elbiseler içinde , altın sırmalı nalınlar ( o devirde giyilen sandalet benzeri ayakkabı) , her sabah ve akşam üzerinde binbir çeşit yiyecekler bulunan gayet zengin sofralar kurdurarak lüks ve şatafat içinde bir hayat sürerlerdi. Büyük çoğunluğu fakir olan halkı ise yanlarına bile yaklaştırmazlardı . Romalı zenginlerin sofraları ise özellikle meşhurdu. Oturarak değil, yan gelip yaslanarak tıkabasa -adeta çatlayıncaya kadar saatlerce yiyip içerler , sonra da bu zevki (! ) devam ettirebilmek için, istifra edip tekrar yemeğe devam ederlerdi . Bu sırada zavallı köleler de kapının önünde elpençe divan beklerlerdi. İşte o devirdeki mütref zümre böyle bir yaşantı içindeyken, aynı zamanda devlet reisi olan Resûlallah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz birkaç odadan oluşan mütevazi evinde oturur ; evinin ihtiyaçları karşılamak üzere çarşı pazara gider, eskiyen elbiselerine yama vurur, nalınlarını tamir eder, çoğu zaman oruçlu bulunur , iftarını ise birkaç hurma ve peksimetten oluşan yiyeceği ile açardı . Kimsenin değer vermediği fakirlere değer verir, onlarla arkadaşlık eder , asla kibir ve büyüklenme göstermeyip ufacık bir koyun butuna bile davet etseler icabet ederdi. Şayet isteseydi, Efendimiz aleyhisselam da kendine köşkler, saraylar v.b yaptırır, yüzlerce hizmetkâr ve cariye alır, hergün mükellef sofralar kurdurur, binlerce dönüm hurmalıklar ve yine binlerce koyun, deve , v.b den oluşan sürüler sahibi olarak müreffeh ve gösterişli bir hayat sürebilirdi. Ancak o asla böyle şeylere tevessül etmedi .
Hazret-i Ömer r.a neden ağladı ?
Son derece cesur, heybetli, eli silahlı yirmi kişinin bile kendisine yaklaşmaya cesaret edemediği derecede güçlü bir zat olan Hazret-i Ömer – radıyallahu anh – kendisini ağlatan bir olayı şöyle anlatır : “ Bir gün Hz. Peygamberin yanına girdim. Bir de ne göreyim, otlu bir yerin üzerine hasır sermiş, hasırla vücudu arasında hiçbir şey yok. Başının altında içi kuru ot dolu deri bir yastık, ayaklarının bulunduğu bölümde serpiştirilmiş ağaç yaprakları , başının bulunduğu kısımda tabaklanmamış deriler asılı bir vaziyette yatıyor. Yüzünün yan tarafındaki hasır izini farkedince (içim burkuldu), ağlamaya başladım. Bana :
— Hattab oğlu, seni ağlatan nedir ? , diye sordu .
— Yâ Resûlallah, Kisrâ ve Kayser ne muhteşem bir halde yaşıyorlar . Sen ise Allah’ın peygamberi olduğun halde bu durumdasın ! “ dedim. Hz Peygamber s.a.v şöyle buyurdu :
— Ey Ömer , dünyanın onlara ait olmasından ve âhiretin bana verilmesinden hoşnud kalmaz mısın? (Ruhu’l Beyan, Âl-i İmran198 tefsirinden)
Kadı Iyâz’ın Şifâ-i Şerif kitabında yazdığına göre kendisi şöyle dua ederdi :
“ Allahım, Muhammed ehlinin rızkını günlük azıkları kadar eyle “ (Buhari)
Müminlerin annesi Hazret-i Aişe -radıyallahu anha – anlatıyor :
“Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in karnı asla doymadı, bunu hiç kimseye şikayetlenmedi. Fakirlik O’nun için zenginlikten daha sevimliydi. Bazen gece boyunca açlık çekerdi, bu O’nun oruç tutmasına engel olmazdı (yani sahur yapmadan aç durumdayken oruç tutardı). Dileseydi, Rabbisinden yeryüzünün bütün hazinelerini, meyvelerini ve hoş geçimini isterdi ( ve Rabbi de O’na verirdi). O’nda gördüğüm şeyler yüzünden bazen ağlardım, açlıktan dolayı ağrıyan karnını elimle ovalar ve şöyle derdim : Canım sana feda olsun yâ Resulallah ! Dünyadan kendine yetecek kadar azık edinseydin !.
Şöyle cevap verirdi :
“ Ey Aişe ! Benim dünya ile ne alâkam var ! Kardeşim ulul azim peygamberler bundan daha şiddetlisine sabrettiler. Halleri üzere devam edip âhirete gittiler, Rablerine vardılar. Varışları çok hoş, sevapları çok oldu. Refah içinde yaşamakla yarın onlardan düşük bir makamda olmaktan hayâ ederim. Kardeşlerime ve dostlarıma (nebilere) kavuşmaktan daha sevdiğim bir şey olamaz “ (Şifâ-i Şerif, Zühd)
***
“ Andolsun ki, sizin için Resûlullahda güzel bir örnek vardır .. “ (Ahzab suresi, ayet 21)
emri gereği -erkek veya kadın – bir müslümanın örnek alması gereken kişi Resûlullah Efendimiz ve onun yolunda giden ehl-i beyt (eşleri, çocukları) ve sahabe-i kirâm olmalıdır. Onlar mallarını, canlarını, her şeylerini din-i mübin-i İslam uğruna feda etmişler, dünyadan sadece zaruret miktarı kadar yararlanmışlardır. Bizlerin ise bütün düşüncesi dünyevi emeller ve nefsimizin hazlarını tatmin etmek değilmi dir ? Demek ki, Peygamber Efendimiz’i örnek aldığımızı söylemek mümkün değildir.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘i kendimize rehber edinip onun yolunda gidebilirsek hem dünya hem de ahirette huzurlu, mutlu ve bahtiyar olacağımıza hiç şüphe yoktur.
Ve Sallallâhu ala seyyidina ve nebiyyina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain ..