Bir müslüman her namazda, yani günde kırk kere “Elhamdulillâhi rabb’il âlemiyn” (= âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun) derken, Allah’tan başka birini daha Rab kabul edebilir mi? Allah’tan başka birini daha Rab edinmek, O’na ortak koşmak demektir ki, şirk’tir. Hristiyanlar Hz.İsa’yı Allah’ın (c.c.) oğlu kabul ederek açık şirke düşmüşlerdir. Oysa bir müslüman “Lâ ilâhe illallah ( = Allah’tan başka ilâh yoktur, sadece O vardır)“ derken nasıl olur da başka birini ilahlaştırabilir ve şirke düşebilir? Tevbe suresi 31.inci âyeti bu konuda bize ışık tutmaktadır :
“Onlar (yahudi ve hristiyanlar), Allah’dan başka hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i de kendilerine Rab edindiler. Oysa onlar ancak tek bir İlâha (Allah’a) kulluk etmekle emrolunmuşlardı ki, (zaten) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların şirk koşmakta oldukları şeylerden münezzehtir”. (Tevbe suresi, ayet 31)
Bu âyet-i celîlenin tefsiri bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından Adiyy ibni Hâtim’e yapılmıştır.
Adiyy (r.a) Tayy kabilesinin reisi idi, babası ise cömertlikle meşhur olan Hâtem-i Tâi idi. Adiyy, cahiliyet döneminde hristiyanlığı kabul etmiş, Peygamberimizin onu İslâm’a davet etmesi üzerine Şam’a kaçmıştı. Daha sonra yapılan bir savaşta kızkardeşi ve bazı akrabası esir edilmiş, fakat Resûlullah (s.a.v) kızkardeşine lütufta bulunarak onu salıvermişti. Bunun üzerine kızkardeşi Adiyy’e bir mektup yazarak onun Medineye gelip Resûlullah (s.a.v) ile görüşmesini ve İslâm’a girmesini önermiştir. Bu öneriyi kabul edip Medineye gelen Adiyy, Efendimiz’in huzuruna çıkar. Gerisini kendisinden dinleyelim :
Resulullah´a geldim, boynumda altından bir haç vardı. Resulullah (s.a.v) :
“Ey Adiyy! Boynundaki şu putu at“ buyurdu. Ben de çıkarıp attım. O sırada Resulullah Berâet (Tevbe) suresini okuyordu. “Onlar (yahudi ve hristiyanlar) Allah’ı bırakıp , hahamlarını ve rahiplerini Rab edindiler” ayetine gelmişti. Ben “Yâ Resulullah, onlar âlimlerine tapmıyorlar ki” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki :
“Allah´ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız; Allah´ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?” Ben de “Evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir.” buyurdu.
Sonra Resulullah (s.a.v) şöyle buyurarak Adiyy’i İslam’a davet etti:
“Ey Adiyy! Ne dersin, “Allah-u Ekber“ denilmesi seni neden kaçırtıyor? Peki sen Allah’tan daha büyük bir şey biliyormusun? “ Lâ ilâhe illallah “ denilmesi seni neden kaçırtıyor? Peki sen Allah’tan başka bir ilah biliyormusun?“ Efendimiz’in daveti sonucunda Adiyy kelime-i şehadet getirerek İslâmı kabul etti (Radıyallahu Anh).
Kendisinin beyanına göre o müslüman olunca Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzü güldü, sonra:
“Gerçekten yahudiler Allah’ın gazap ettiği kişilerdir, hristiyanlar ise dalâlette kalmış kişilerdir” buyurdu (yani Fatiha’da beyan buyurulan mağdûbîn ve dâllin zümreleridir).
(İbn-i Kesir , Tirmizi, Ruhu’l Furkan)
Bu âyet-i kerîme ve hadis-i şerifle ilgili tefsirlerde yapılan açıklamalar şöyledir :
Ruhu’l Beyan tefsiri :
Hazret-i Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in bu açıklamasından anlaşıldığı üzere yahudi ve hristiyanların, kendi âlimlerini Rab edinmeleri, onların âlimlerin ilah olduklarına inandıkları ve onlara taptıkları anlamına gelmemektedir. Ancak, onların Allah’a isyan noktasında âlimlerine itaat ettikleri mânâsını taşımaktadır. İşte yahudi ve hristiyan âlimleri kendi keyiflerine göre, işlerine geldiği şekilde Allah-u Teâlâ’nın kitaplarında birtakım tahrifat yaparak helâli haram, haramı da helâl saymak sûretiyle kâfir olmuşlardır. Allah’ın Kitâbını bırakıp onların sözlerini dinleyenler de onlara tapmış kimseler olarak değerlendirilmişlerdir. (Ruhu’l Beyan)
Elmalılı Hamdi efendi tefsiri :
“Allah´dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine Rab edindiler”. Allah´ın emrine, Hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tâbi oldular. Onlara Allah´a tapar gibi taptılar, hatta Allah´ı bırakıp onlara taptılar, Allah´ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah´ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah´ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah´ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar, “yapın” dediklerini de yapmadılar. Allah´ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah´ın emirlerini uygulayan, O´nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz´etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular.
Rebi´ demiştir ki, “Bu rablık İsrailoğulları´nda nasıl idi? ” diye Abdul´âli-ye´ye sordum. O da “Genellikle Allah´ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı.” dedi.
Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini Rab edinmiş olmak için behemahal ona “Rab” adını vermiş olmak şart değildir. Allah´ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah´ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu Rab edinmek ve ona tapmak demektir “. (Elmalılı tefsiri’nden)
Konumuz ile ilgili bir başka âyet-i kerime ise şöyledir :
“İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. “ (Bakara suresi, ayet 165)
Elmalılı Tefsiri :
Şüphe yok ki böyle yapmak, onları Allah’a ortak koşmaktır. Bunlardan bir kısmı bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara “Rabbimiz, tanrımız” derler. Hatta ilahların doğması ve doğurması görüşünü benimseyerek onlara aynı cinsten, mabud derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip yakıştırırlar. Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar (gizli şirk). Onları Allah’ı sever gibi sever, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini hareketlerinin başı kabul ederler. Allah rızasını düşünmeden, onların rızasını elde etmeye çalışırlar. Allah’a isyan olan şeylerde bile onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler.
Bu ayet bize gösteriyor ki, ilahlık mânasında son derece sevgi esastır. Ve mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattır. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabud mertebesi verilerek Allah’a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ağaçtan tutun da yıldızlara, ruhlara, meleklere kadar uzanır. Bununla beraber (yuhibbunehum = onları severler ) kelimesindeki (hum) zamiri burada esas kasdedilenin aklı olanlar, yani insanlar olduğunu işaret etmektedir. Bu bakımdan değerli tefsirciler denk, benzer mânasına gelen endâd kelimesini “Allah’a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri” diye açıklamışlardır. Gerçekten servet, kuvvet, itibar veya makam sahibi bazı büyükleri veya güzel kadınlar, halk kahramanları veya devlet büyükleri gibi bazı insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki, bu şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet mâbudlarının haddi hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya çıkar. Hristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele Avrupalılar arasında bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki, her eline bir kalem alan ve herhangi bir şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufak bir işi övmek için hemen ona yaratma kudretini bile yakıştırmayı bir hüner, bir şeref sayar. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan sahte ilahların mücadelesi yüzündendir.
Bunun için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken ayet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini , Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah’ı sevenler, Allah’ın yolunda giden sevgili kullarını da severler. Fakat Allah’ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar :
“(Ey Muhammed) De ki: Eğer siz Allahı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmrân suresi , ayet 31)
Buna göre Allah’ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak , günah ve şirk değildir. Aksine, Allah sevgisine delil olur. Enes bin Mâlik radıyallahu anh’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“Üç şey kimde bulunursa, imanın halâvetine (tadına) varmış olur . Allah ve Resulünün kişiye başka her şeyden daha sevgili olması; kişinin birini sevdiğinde, onu yalnız Allah için sevmesi ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre geri dönmeyi, ateşe atılmak kadar kötü bulması” (Buhari, Müslim)
Ancak, diğer insanları sevmek, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Yani hristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi, onları mâbud (ilâh) derecesine çıkaracak bir ibadet şekli olmamalıdır. “Hiçbir peygamber, bana kul olun dememiştir“ (Âl-i İmran suresi, ayet 79)
Velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi ilahlık payı vererek sevmek, onları severken Allah’ı ve Allah’ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini (Bismillah) gibi işlerin başı kabul etmek, “Onları Allah’ı sever gibi severler” ifadesinin tam anlamıyla, bir şirk ve küfürdür “. (Elmalılı Hamdi Efendi tefsiri’nden )
Yine, başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur :
“.. birbirimizi Rabler edinmeyelim“ (Âl-i İmran suresi ayet 64’den)
Bu âyetin Ruhu’l Furkan tefsirindeki açıklamasında, yukarıda Adiyy bin Hatim r.anh’dan rivayet edilen hadis-i şerif ve Tevbe suresi 31. inci âyeti nakledildikten sonra şöyle denilmektedir :
“Bu âyet-i celile ve hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, âlimlerin kendi kendine hiçbir delile dayanmadan ortaya koydukları bid’atleri, helâl ve haram ettikleri şeyleri kabul etmek, onları Rab edinmektir. Çünkü yahudi ve hristiyan âlimleri kendi kitaplarına dayanmaksızın birçok meseleler uydurarak kendi şeriatlarinde helâl olan şeyleri haram, haram olan şeylere de helâl demişler ve avam tabakası da bunları kabul etmişlerdi.
Halbuki bir şeye helâl veya haram diyebilmek ancak Mevlâ Teâlâ’nın tayinine ve gönderdiği Resûlün açıklamasına bağlı olduğundan, Allah-u Teâlâ hazretleri cahillerin, âlimlerin kendi kafalarından uydurdukları şeylere uymalarını, kendisini bırakıp onları Rab edinmeleri olarak kabul etmiştir. Ancak İslam şeriatındaki fıkıh meseleleri buna kıyas edilemez, zira fıkıh meseleleri müctehidlerin uydurmalarıyla meydana gelen bir şey değildir, bilakis bütün fıkıh meseleleri, dinin esası olan Kur’ân-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere dayanmaktadır“.
Yazımızı bir hadis-i şerif meâli ile bitiriyoruz :
“Allah’a isyanın söz konusu olduğu yerde kul’a itaat olmaz. İtaat ancak iyiliktedir.“
(Kütüb-ü Sitte)