” Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez ”           (Yûsuf suresi, âyet 87)

Yâkub aleyhisselam, oğulları Yûsuf (aleyhisselam) ve Bünyamin’i aramak üzere diğer oğullarını Mısır’a gönderirken onlara ümitli olmalarını, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini bu sözlerle ifade etmişti. Çünkü Yûsuf aleyhisselam yıllar önce  henüz küçük bir çocukken kaybolmuştu ve onu çölde vahşi hayvanların parçaladığı söyleniyordu. Bünyamin ise hırsızlık suçlaması ile yakalanıp  zindana atılmıştı. Kısacası her ikisinin de durumlarından pek ümit yoktu. Bu bakımdan, Hz Yûsuf  ve Bünyamini’ aramak için Mısır’a gidecek kardeşlerin çekecekleri zahmet ve meşakkatlerin işe yaramayıp elleri boş olarak geri gelmeleri ihtimali oldukça yüksekti.

Bu dünya sebepler âlemidir, herşeyin olması bir sebebe bağlanmıştır. Ancak, sebepler kendi kendilerine meydana gelmezler, onları yaratan Allah Tealâ’dır. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk bir işin  olmasını murâd ederse gereken sebepleri de yaratır ve görülür ki,  en olmayacak zannedilen bir iş kolaylıkla oluvermiş!  Yeter ki, Hakk azze ve celle hz.leri onu irade buyursun. Şair güzel söylemiş:

Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder

Halk eder esbabını, bir lahzada ihsan eder

(âsân = kolay, halk etmek = yaratmak, esbab = sebepler)

Bu bakımdan, bir müslüman hiçbir zaman Allah’ın c.c rahmetinden ümit kesmez. Bilir ki, hem dünyada hem de âhirette sıkıntıları gideren ancak Allah Teâlâ’dır.

“ Elbette her zorluğun yanında bir kolaylık vardır ” (İnşirah, 6) âyet-i kerîmesi mucibince Cenâb-ı Hakk dilerse, her zorluktan bir çıkış yolu açar.

Tefsirdeki  açıklama:

“Yâkub aleyhisselam, Yusuf aleyhisselam’ı aramaya giden oğullarına “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” buyuruyor. Yani, bir rahmet-i İlahiye tecellisi olur ve Yusuf’u bulabilirsiniz, demektir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ehl-i imana asla câiz değildir. Ehl-i imana lâyık olan odur ki: Nâil oldukları nimetlerden dolayı Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürde bulunsunlar, bir musibete uğrayınca da onun giderilmesini Hak Teâlâ’dan rica ederek beklesinler. “Çünkü, kafir olan kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez“.  Evet, her kim ki Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, kudretini, rahmet ve âtıfetini (sevgisini) ve bütün mahlûkatın O’nun tasarrufu altında bulunduğunu bilirse, artık öyle bir kişi Rahmet-i İlâhiyeden ümidini kesebilir mi? Ancak her kim Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini inkâr ederse ve o Yüce Yaratıcı’nın yarattığı bu âlemdeki her şeyi bilmediğini ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olmadığını sanırsa veya o Kerîm (vereceği hiç bitmeyen çok cömert) olan Hakk Teâlâ’nın  kerîm değil, hâşa, bahil (cimri, hasis) olduğunu  zannederse, işte ancak böyle bir kişi Rahmet-i İlâhiyeden ümidini keser. Bu üç kanaat’ın her biri ise, ayrı ayrı küfr’den ibarettir, yani böyle  kanaat  sahibi olanlar küfre düşmüş (kâfir olmuş) olurlar. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rahmetinden, fazl-u kereminden ümitsizliğe düşmek ancak kâfir olanlara mahsustur. Evet, kâfirler Hakk Teâlâ hazretlerinin varlığını, sıfatlarını lâyıkıyla bilmedikleri için O’nun rahmetinden ümitvar olmazlar …”  (Ömer  Nasuhi Bilmen tefsiri)

Kısacası her şeyin tedbir ve tasarrufu Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinin altındadır. O dilerse her şey olabilir, dilemezse de hiçbir şey olmaz. O’nun  bir şeyin olmasını dilemesi ise bazı sebeplere bağlıdır ki, bunlardan biri de kulların  o husustaki dua ve niyazlarıdır.. Gerçi Cenâb-ı Hakk her isteyenin her istediğini her zaman vermez, ancak bunda da bizlerin kısıtlı aklımızla anlayamayacağı, çözemeyeceği çok hikmetler vardır.  Bu bakımdan, “Benim istediklerimi vermiyor” diyerek  Allah Teâlâ’ya  – hâşâ – küsmek ve dua – niyâzı bırakmak çok yanlıştır. (Sebepleri yaratıp da) bizlerin  ihtiyaçlarını  karşılayacak, istediklerimizi  verebilecek O’ndan başkası var mıdır ki, Allah’ı  c.c bırakıp da dönüp ondan isteyelim? Elbette ki yoktur:

“ Darda kalana kendisine yalvardığı zaman karşılık veren ve (üzerindeki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan (kimdir ?). Allah’tan başka bir tanrı mı var? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz ! ”                  (Neml suresi, ayet 62)

Şuurlu bir müslüman asla böyle bir duruma düşmez, Rabbine dua ve niyâzı bırakmaz ..

 

Not: Bu yazıyı yazdıktan kısa bir müddet sonra meşhur Avusturyalı yazar ve romancı S. Zweig’in bir kitabını karıştırırken, onun otobiyografisi dikkatimi çekti. Kitapta yazdığına göre, Zweig’in kısa otobiyografisi şöyledir:

“ Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe eğitimi gördü. İlk şiirlerini lisedeyken yazdı. 1907-1909 yılları arasında Hindistan’ın büyük bölümünü, 1911 yılında da ABD, Kanada, Küba ve Porto Riko yu kapsayan geziler yaptı.

I.Dünya Savaşı’nda (1914-1917) gönüllü olarak Viyana’da savaş karagâhında arşiv memuru olarak çalıştı.  Savaştan sonra Avusturya‘ya dönerek Salzburg’a yerleşti ve dünyaca ünlü eserlerini vermeye başladı . Hitler’in Avusturya’yı ilhak etmesi üzerine 1940 ‘da İngiliz tabiiyetine girdi. II.  Dünya savaşı sırasında  New York’a, Arjantin’e, Paraguay’a ve Brezilya’ya gitti. Zweig, konferanslar için gittiği  Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi.

ÖLÜMÜ:  Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıkları nedeniyle 22 Şubat 1942 ‘de Rio de Janerio’da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra,  kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden oldu. ”

Görüldüğü üzere renkli  bir yaşantısı ve parlak bir mesleki kariyeri olan Zweig’in hayatı,  Allah’ın rahmetinden ümidini kestiği için, hazin bir şekilde noktalanmıştır. Böyle bir sondan Hakk Teâlâ hz.lerine sığınırız..

Allahumme innâ nes’eluke husne’l hâtime: Ya Rabbi, Senden  hüsn-ü hâtime (güzel son) niyaz ederiz.  Amin ..

(R. A Eylül 2019)