MÜKELLEF NE DEMEKTİR?

Mükellef  kelimesi  “külfet” kökünden gelir ki,  “bir şeyi yapmakla yükümlü olan” demektir.  Yine “külfet” kökünden gelen Teklif kelimesi de “bir kimseden yapılmasında belli bir güçlük ve meşakkat bulunan bir şeyin gerçekleşmesini istemek” demektir.

Allah-u Teâlâ  bazı emirler vererek, görevler yükleyerek biz insanları mükellef kılmıştır:

“ Sizi sadece abes (boş) yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? ”              (Müminun suresi, ayet 115)

Allah-u Teâlâ   -hâşâ- abes (boş) işler yapmaz. O’nun her işinde mutlaka nice hikmetler vardır ki, akıl bunların çoğunu idrak etmekten âcizdir. Bir otun, bir sineğin bile yaratılmasında birçok hikmet  varken, mahlûkâtın en üstünü olan insanın bir gâye, bir hedef olmadan boş yere yaratılması elbetteki mümkün değildir.  Dolayısıyla, insan her şeyden önce bu âleme geliş (yâni yaratılış) sebebini, amaç ve vazifelerini bilmelidir. Cenâb-ı Hak bir hadis-i kudsi’de  “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi istedim... ” buyurmaktadır.  Şu halde yaratılışımızın yüce  gâyesi Cenâb-ı Hakkı bilmek,  O’nu tanımak ve sevgilerin en yücesine (muhabbetullah’a) ulaşmak için çaba göstermektir.  İnsandan başka, yaratılanlardan hiç bir varlık bu makâma nâil olmamıştır. İşte bu yüce amaçtan dolayı  Allah-u Teâlâ insana vazife ve sorumluluklar yüklemiş,  onu ilâhi teklifâta tâbi tutmuş, yâni “mükellef” kılmıştır.

 

İNSANLAR NİÇİN MÜKELLEF KILINMIŞTIR?

İçinde yaşadığımız bu kâinatı bir ağaca benzetirsek, insan bu kâinat ağacının en nazdar, en niyazdar, en nazenin, en güzel meyvesidir. Cenâb-ı Hak insanı mahlûkâtın en üstünü, en değerlisi olarak yaratmıştır:

 “ Andolsun ki,  Biz insanoğlunu mükerrem (üstün ve şerefli) kıldık ve onları karada ve denizde taşıdık… ”                           (İsrâ suresi, ayet 70’den)  

Mükerrem, kerem sahibi yâni, şerefli, saygıdeğer, yüce, asâlet sahibi gibi anlamlara gelen bir kelimedir . Yâni Cenâb-ı Hak mümin-kâfir ayırımı olmaksızın insanoğlunu yaratılış itibariyle diğer mahlûkata göre daha üstün ve şerefli kıldığını beyan buyurmaktadır. Bu şereflendirmenin ne şekilde olduğu tefsirlerde şöyle açıklanmaktadır:

Cenâb-ı  Hak insana kendi (sübûti) sıfatlarından bahşetmiş ve  ona diğer mahlûkatta olmayan akıl, fikir, idrak, irâde,  düşünme ve muhakeme kabiliyeti, kalb gibi manevi donanımlar vererek insanı yeryüzünde kendi “halife“si olmaya aday bir varlık olarak yaratmış ve yeryüzünde bulunan herşeyi onun emrine vermiştir:

“ O, sizi yeryüzünde halifeler kılandır… ”                  (Fâtır suresi, ayet 39’dan)

Yine Kur’ân-ı Kerîm‘de belirtildiği üzere,  Allah-u Teâlâ insana kendi rûhundan nefheylemiş, ona bütün isimleri öğretmiş, henüz yaratmadan önce ruhlar âleminde  “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ” sözüyle onunla konuşmuş, ona hitâbını işittirmiş ve “Evet, sen bizim Rabbimizsin” (Araf suresi, ayet 172) sözüyle ona cevap verdirmiş, kulluk üzerine ondan ahid/söz almış, onu fıtrat üzere dünyaya getirmiş, kendisine peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Namazı farz kılarak onu huzuruna davet etmiş, cennetle müjdeleyip ateşle korkutmuş, ona deliller ve mucizeler göstermiştir..

Dolayısıyla,  insan çok yüce mertebelere, Rabbi’l âleminin huzuruna, İlâhi yakınlığa ulaşmaya kabiliyetli bir varlık olarak yaratılmıştır.  Diğer mahlûkatta (hayvanlarda, bitkilerde, v.b)  bu kabiliyetler  olmadığı için onları mükellef kılmamış, sadece insanları (ve cinleri) mükellef kılmıştır. Bu sebepten dolayı, insandan gayrı varlıklar mükerrem değildirler çünkü onlara teklifât yoktur.

Büyük velî Sadrettin Konevi hz.lerinin “Kırk hadis” kitabına aldığı kudsî hadiste,  Hak Teâlâ ve Tekaddes hazretleri biz insanlara şöyle hitâb etmektedir:

“ Ey Âdemoğlu, seni kendim için, tüm eşyâyı (varlıkları) da senin için yarattım. O halde, kendim için yarattığımı, senin için yarattığımın ayarına düşürme! ”     (Aynı hadis-i kudsi’yi Muhiddin ibn Arabi hz.lerinin “Nurlar Hazinesi” adlı kitabında vardır)

Yâni, Cenâb-ı Hak  bu kudsi hadis (ve ayrıca Kur’ân ayetleri, ör: Câsiye suresi, 13) ile yeryüzünü, gökleri ve ikisinin arasındaki tüm varlıkları, denizleri, dağları, ırmakları, ovaları, ağaçları, kuşları,  ormanları, diğer tüm canlıları, yıldızları, galaksileri, süpernovaları, pulsarları,  nebulaları,  diğer gezegenleri.. v.b. kısacası  evrende gördüğümüz bütün bu varlıkları insan için yarattığını beyan buyurmaktadır.  Tâbiri câizse –  BU EVRENİN SULTÂNI İNSANDIR.  İnsanı bu âleme sultân kılan ise, onun Evren’e nispetle toz zerresi bile hükmünde olmayan maddi cismi değil, fakat mâneviyatıdır. Bir düşünelim,  üzerinde yaşadığımız ve cisim olarak bizden milyarlarca kere büyük olan bu yerküre, ellerini açıp “Yâ Rabbi“ diyerek Rabbine duâ edebiliyor mu?  Veya birçok hayvan türü fizik olarak  insandan çok daha güçlü, dayanıklı ve üstün olduğu halde, Rabbin huzurunda divân durup O’na münacaatta bulunabiliyor mu? İşte, bu tür kabiliyetler, mânevi hassalar sadece insana verilmiştir. Demek ki, insanı  değerli ve şerefli kılan şey âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ’yı  tanımak, bilmek ve O’na isteyerek, severek taat ve kullukta bulunmasıdır. İşte ,

“ Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım… ”                           (Zâriyat suresi, âyet 56)

âyeti  bu gerçeği açıklamaktadır.

Müfessirlerin pîrî olan sahabeden  Abdullah İbn Abbas radıyallahu anh hz.leri bu âyetteki (liya’budûn = kulluk etsinler) kelimesini  (liya’rifûn = marifet sahibi olsunlar, yâni Allah’ı bilsinler, tanısınlar)  olarak tefsir buyurmuşlardır. Dolayısıyla, biz insanların bu dünyaya gönderilmesinin amacı,  Allah-u Teâlâyı doğru şekilde, bütün kâmil sıfatlarıyla  tanımak, bilmek ve bu suretle en yüce sevgiye ulaşarak O’nu sevmek ve  O’na kulluk etmek  içindir ki,  Allah dostları bunları kısaca   “Marifetullah ve Muhabbetullah tahsili“ olarak isimlendirmişlerdir.  İnsan kendine sormalıdır,  acaba  bu dünyada  âlemlerin Rabbi olan Allah-u zül celâl hazretlerini tanımak ve  bilmekten daha yüce bir ilim ve O’nu sevmek, O’na kulluk etmekten daha değerli, daha üstün, daha şerefli bir “meşguliyet” veya bir “faaliyet” var mıdır? İnsan biraz düşününce böyle bir şeyin mümkün olamayacağını idrak eder.  Dolayısıyla, insanı  Allah c.c  indinde değerli ve şerefli kılan şey Marifetullah ve    Muhabbetullah  tahsili neticesinde O’na karşı olan has kulluğudur,  şâyet bunlar yoksa insanın diğer mahlûkattan pek farkı kalmaz, hatta kendinde bulunan yüksek değeri zâyi ettiği için onlardan da daha aşağı bir dereceye bile düşer. Şeyh Gâlip :

“Hoşça  bak zâtına, çün zübde-i  âlemsin sen”

(Kendine iyi bak, dikkat et, çünkü sen âlemin -evrenin- özü ve en seçkin parçasısın)

diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.

 

KİMLER MÜKELLEFTİR?  

Allah-u Teâlâ’nın dünyada yarattığı tüm mahlûkat arasında mükellef olanlar insanlardır. Diğerleri, örneğin hayvanlar, mükellef değildirler.

İslâm’a göre, bir kişinin mükellef, yâni dînî hükümlerle yükümlü olabilmesi için kendisinde iki şartın bulunması gerekir: akıl ve bülûğ.  Başka bir ifade ile mükellef, dinin emrettiği şeyleri yapmak ve yasakladığı şeylerden sakınmakla yükümlü olan kişidir ki, bu kişinin aklı başında ve ergen olması lâzımdır.  Bu nedenle, bülûğa ermemiş çocuklar veya aklını yitirmiş kişiler dînen mükellef sayılmazlar.

 

MÜKELLEFİN  İŞLERİ ( EF’ÂL-İ MÜKELLEFÎN )

Mükellef olan insanların işleri sekizdir. Bunlara Ef’âl-i Mmükellefin  denir.

  1. Farz

Dinen yapılması kesin delillerle emredilen şeye farz denilir. Farz, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olmak üzere, iki kısımdır.

Farz-ı ayn: Her mükellefin ayrı ayrı yapması gereken farz demektir.  Farz-ı ayn, bazılarının yapmasıyla diğer mükelleflerden sâkıt olmaz, yani yükümlülük kalkmaz. Onu her mükellefin yapması gerekir.  Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Farz-ı kifaye: Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir. Yâni müslümanların ferden değil, toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir.  Cenaze namazlarının kılınması, cihad, şahitlik gibi.

Farzların en başta geleni, iman ve İslâmın esaslarını ve şartlarını, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını öğrenmektir. Bu, kadın veya erkek her müslümana farzdır. Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmuştur:

“ İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır “                 (İbn  Mâce; Mukaddime, 17; Beyhaki, Şuabu’l İman, 1663 ;  K Üstün , Ellidört Farz şerhi, shf 458)

Burada “ilim” den kastedilen hiç şüphesiz ki  öncelikle dînî ilimlerdir. İslâm’a göre dîni ihtiyaçlara cevap verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı ayndır, yâni her mükellef kadın ve erkeğin asgari olarak bunları öğrenmesi zorunludur. Öncelikle öğrenilmesi gereken ilimler  ise itikad (inanç esasları),  helal-haram bilgileri, farzlar, vaciplerdir.  Her mümin bunları doğru kaynaklardan öğrenip  düzgün bir itikad sahibi olmakla, rızkını helalinden kazanmakla ve haramlardan kaçınıp farzları ifâ etmekle  mükelleftir. Bunları bilmemek mazeret teşkil etmez.  Nasıl ki bir insan yaşadığı ülkenin kanunlarına uymakla mükellef ise ve bir suç işlediği zaman  “Ben kanunları bilmiyordum” demesi mazeret olarak kabul edilmezse, bunun gibi, yaşadığımız bu âlemin (Evren’in) sahibi ve kanun koyucusu olan Allah-u zül celâl hazretlerinin  emir ve yasaklarını bilmemek  veya onları yapmamak yarın âhirette mazeret olarak kabul edilmeyecektir.

Farzın hükmü: Yapan sevab kazanır, özürsüz olarak yapmayan azâbı hak eder. İnkâr eden ise (Allah korusun)  dinden çıkmış olur. Örnek: Allah-u Teâla zekâtı farz kılmıştır. Zekat vermemek hem Allah’ın c.c emrini  dinlememek, hem de fakirin hakkı (olan) parayı gasbetmek demektir. Bu bakımdan zekat vermeyenler âhirette şiddetli azâba duçâr olacaklar ve Hz. Peygamber S.a.v Efendimizin şefaatinden de istifade edemeyeceklerdir.  Ebû Hureyre r.anh’dan rivayet edildiğine göre,  Peygamber Efendimiz S.a.v  şöyle buyurmuştur:

“ Kim, Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen bu mal gayet büyük bir erkek yılan şekline sokulur. İki gözünün üzerinde iki nokta vardır. Bu azgın mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Yılan ağzı ile sahibinin çenesini iki tarafından yakalayarak: Ben senin (dünyada iken çok sevdiğin) malınım, senin biriktirdiklerin benim işte!  der. Ebû Hureyre ilave ederek dedi  ki:  Peygamber S.a.v bunları  söyledikten sonra: “Allah’ın fazl-ı kereminden lütfettiği nimetleri infak etmek  hususunda cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler, bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır ” (Âl-i İmran suresi, âyet 180)  âyetini okudu.   (Buhari, Kitabü’z Zekat)

 

  1. Vacib

Delil yönünden farz kadar kesin olmamakla beraber, yapılması istenen şeydir. Vitr ve bayram namazlarını kılmak ve kurban kesmek gibi.

Vacibin hükmü: Yapan sevab kazanır, özürsüz olarak yapmayana azap gerekir.

 

  1. Sünnet

Peygamberimizin farz ve vacip olmayarak yaptıklarına ve yapılmasını tavsiye ettiklerine denir. Sünnet  “müekkede“ ve  “gayr-i müekkede” olarak ikiye ayrılır.

Sünnet-i müekkede peygamberimizin devamlı yaptığı, ancak nâdiren terkettiği sünnete denir. Kaamet veya abdest alırken ağıza ve buruna su vermek,  gibi. Sünnet-i gayri müekkede ise peygamberimizin devamlı yapmayarak, bazen de bıraktığı fiillerdir.

Ecdadımız sayesinde Sünnet, gündelik hayatımızın içine girmiştir.  Örneğin, yemekten önce elleri yıkamak, yemeğe besmele ile ve sağ elle başlamak, önünden yemek, tıkabasa yemeyip sofradan doymadan kalkmak,  yemekten sonra hamd etmek, eve girerken besmele ile ve sağ adımla girmek ve evdekilere selam vermek; yolda karşılaşılan herkese selam verip tanıdıklara hal-hatır sormak;  asık suratlı olmayıp güler yüzlü olmak, .. v.b   bunların hepsi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetlerindendir.

Sünnetin hükmü: İşleyen sevab kazanır. Sünneti kasden terk etmek, azâbı değilse de, azarlanma ve kınamayı gerektirir.

 

  1. Müstehab (Mendûb)

Peygamberimizin bazen yapıp bazen yapmadığı şeye müstehab (veya Mendub) denir. Şevval ayında altı gün oruç tutmak gibi.

Müstehabın hükmü: Yapan sevab kazanır, yapmayan sevabdan mahrum olur.

 

  1. Mübah

Mükellefin yapıp yapmamakta serbest olduğu şeye denir. Yâni  mübahların yapılması veya terkedilmesi yönünde  herhangi bir dini yükümlülük yoktur.  Helal olan şeyleri yiyip içmek, oturmak, yürümek ve uyumak gibi . Bir fiilin dînî-şer’i  hükmü konusunda herhangibir açıklama yoksa,  “ Eşyada kural olan mübah olmasıdır “  ilkesi gereğince o fiilin mübah olduğuna dâir hüküm verilir. Ancak bir fiilin mübah olması, o fiilin  sürekli ve ölçüsüz bir şekilde işlenmesi veya terkedilmesi anlamına da gelmez. Bu tür ölçüsüz davranışlar o fiili mekruh veya haram sınırına sokabilir. Misal: aşırı yemek yemek kişinin sağlığını bozacağı gibi, hiç yemeyip açlık grevi yapmak da kişiyi ölüme götürebilir. Oysa kişin kendini öldürmesi haramdır. Dolayısıyla her şeyde ölçülü olmak esastır.

Mübahın hükmü: Yapan sevab kazanmaz, yapmayan da günah işlemiş olmaz.

 

  1. Haram

Haram, sözlükte “yasak, memnu”  demek olup, helâlin zıddıdır. Dînî terim olarak ise, yapılmaması kesin delil ile emredilen şeye denir. İnsan öldürmek, hırsızlık yapmak, anaya babaya karşı gelmek, zinâ yapmak, müslüman bir kızın müslüman olmayan erkekle evlenmesi gibi.

Haramları  (ve helalleri) tayin ve takdir etmek sadece Allah-u Teâlâ ve O’nun vahiyle bildirdiği Resûlünün yetkisindedir. Hz Peygamber S.a.v ‘in bu konudaki hadisleri,  Allah’ın hükmünü ve iradesini beyandan ibarettir. Yukarıda belirtildiği gibi, eşyada aslolan helâl ve serbest oluşudur.  Dolayısıyla, İslam dininin bir şeyi haram kılışı ve gayri meşru olarak nitelendirmesi birçok hikmetlere dayanmaktadır. Buna uymayanların, yâni Allah’ın c.c koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara uymayanların sadece kendilerine yazık ettikleri Kur’ân da sıkça tekrarlanmaktadır.  Bu nedenle, harama ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da uzak durmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hak  bu konuda :

“ Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir. “              (Bakara suresi,  âyet 229’dan)

buyurmaktadır.  Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de bir hadislerinde şöyle  bir teşbihte (benzetme de) bulunmuşlardır:

“ Helâl apaçık bellidir.  Haram da apaçık bellidir. Helâl ile haram arasında birtakım şüpheli şeyler vardır, insanların çoğu bunları bilmez. Her kim bu şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve namusunu (yanlışlardan) uzak tutar.  Her kim de şüpheliye düşerse, harama düşer. Koru yakınında hayvan otlatan kimse gibi..

Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah’ın korusu da yasakladığı haramlardır. Koru etrafında otlayan (her zaman) onun içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.. ”    (Buhari, İman; Tirmizi, Büyû; İbn Mâce, Fiten)

Haramın hükmü: Haram olan bir şeyi yapan günahkar olur ve hem âhirette hem de dünyada cezaya çarpılmayı hakeder;  haramdan kaçınan sevab kazanır. Haram olan bir şeyi helal sayan ise dinden çıkar, küfre düşer (kâfir olur). Haram’a iştirak da haramdır. Misal, adam öldürmek haram olduğu gibi,  öldürmeye  yardımcı olmak da haramdır. İçki içmek haram olduğu gibi, içkinin üretim, dağıtım, servis, v.b aşamalarına yardımcı olmak da câiz değildir. Haram işleyenler hem dünyada ceza görürler, hem de âhirette. Dünyada cezalar geçicidir ama ahiretteki cezalar şiddetli ve kalıcıdır:

“… Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse bilsin ki ona, içinde ebedi kalacağı Cehennem ateşi vardır. ”                        (Cin suresi,  âyet 23’den)

İşlenilen günahlar nedeniyle âhirette azaptan kurtulmak ancak Tevbe ile mümkündür. Tevbe’nin şartı pişmanlık duymak ve bir daha o günaha dönmemek üzere kesin kararlılık ve azim göstermektir. Tevbe kapısı ölene kadar açıktır. Ancak, insan ne zaman öleceğini bilmediği için, bir günah işleyince vakit geçirmeden hemen tevbe edip hâlini  düzeltmesi gerekir.

 

  1. Mekruh

Mekruh, Arapçada  çirkin, tiksindirici anlamlarına gelen (kerih) kökünden türemiş bir kelimedir. Dini  bakımdan ise,  delil yönünden haram kadar kesin olmamakla beraber, yapılmaması istenen şeye denir. Mekruh, tahrimi ve tenzihi olmak üzere iki kısma ayrılır.

Tahrimen Mekruh:  Harama yakın mekruhtur. Başkasının satışı üzerine satış, erkeklerin ipek ve altın kullanması gibi. Hükmü:  terkedilmesine sevap, yapılmasına ceza vardır.

Tenzihen Mekruh: Helale yakın mekruhtur. Sünnet ve Müstehab olan şeyleri yapmamak mekruhun bu kısmına girer.  Soğan, sarmısak yiyerek camiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi. Hükmü: yapmak azab gerektirmez, ancak yapılmaması daha iyi olur.

Not: Bu tarifler İmam-ı  Âzâm’a, yâni mensubu bulunduğumuz Hanefi mezhebine göredir. Hanefilerin dışındakilere (Şâfi, Maliki ve Hanbeli’ye) göre mekruh tek çeşittir. Şer’in terkedilmesini kesin ve bağlayıcı olmadan istediği şeydir. Hükmü:  Terkeden medhedilir, sevap alır; yapan da zemmedilmez, cezalandırılmaz.

Bu noktada şunu da ilave etmek gerekir ki, bir müslüman kendini  “ahlâk-ı zemime“ denilen kötü huylardan arındırmak  ve “ahlâk-ı hamide” denilen iyi huylarla donatmakla da mükellefftir. Hayâsızlık, müstehcenlik, ırkçılık, zâlimlik, kendini beğenmek (ucûb), kibir,  başkalarının arasını bozmak, dedikodu, gıybet, yalan söylemek, verdiği sözü tutmamak, insanları aldatmak, merhametsiz olmak, riyâkarlık, dünyaperest olmak, kindar olmak, hasetçi olmak,  tembellik, korkaklık, kanaat sahibi olmamak, geçimsiz olmak, .. v.b bu  gibi kötü huyların her biri ya haramdır veya mekruhtur. Dolayısıyla, bir müslümanın kendini bu gibi huylardan  kurtarmak  için nefis mücâhedesi yapması lâzımdır. Bu da dinimizin emridir.

 

  1. Müfsid

Başlanmış bir ibadeti bozan şeye denir. Namaz kılarken konuşmak gibi..

 

İşte,  mükellefin işleri  bu sekiz’den biridir, yâni  bir insan 24 saaatlik  gününü mutlaka bu fiiilerden birkaçını işleyerek geçirir. Veya başka bir ifade ile, kişinin bir ömür boyu işlediği fiilleri bu sekiz sınıf altında tasnif etmek mümkündür. Bunlardan farz, vacip , müstehap ve sünnetleri işlemekte Allah’ın c.c  rızâsı vardır; haram ve mekruhları işlemek veya farzları yapmamak ise Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Böylece,  yaşanılan dünya hayatının sonunda ise Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilen Cennet’e gönderilir; orada peygamberler, sıddîklar, şehidler ve diğer iyi insanlarla birlikte Cennetin doyumsuz nimetlerini tadarak büyük  bir mutluluk içinde ebedi olarak yaşar. Buna karşılık Cenâb-ı Hakkın gazabını celbeden ise Cehenneme hak kazanır. Dolayısıyla, kişi kendi yaptıkları (fiilleri)  neticesinde Cennetteki veya Cehennemdeki yerini daha  bu dünyada iken hazırlamış olur:

“ İşte bunlar Allah’ın hudûdudur. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur “              (Nisâ suresi, âyet 13)

Bu bakımdan  her mümine ilk  önce lazım olan şey imanı (itikad esaslarını), farzları, vacipleri, haramları, helalleri, mekruhları, sünneti  öğrenmek ve bunları ailesine öğretmektir. Bunlar öğrenilmedikçe imanı elde tutmak, müslümanlığı muhafaza etmek çok güçtür. Kaldı ki,  “ Ben – elhamdülillah – müslümanım ”  diyen bir kişinin bunları öğrenip öğrenmeme konusunda bir tercih  hakkı da yoktur;  bu bilgileri öğrenmek her müslüman için farz-ı ayn’dır, yani öğrenmesi zorunludur.

 

İkinci bin yılın müceddidi, büyük velî ve âlim İmam Rabbani hz.leri  (1563- 1624)  Mektubât isimli eserinde  şöyle buyurmaktadır (193.üncü Mektup’tan):

“ Âkıl ve bâliğ olan her erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini (inanç esaslarını)  öğrenmek  ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allah-u teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevab versin !  Kıyâmette cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar yalnız bunların yolunda gidenlerdir …

İtikadı (inancı)  düzelttikten sonra helal, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mekruh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve bunların gereğine göre amel etmek lâzımdır ..

Allah korusun, itikad edecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da, amellerde gevşeklik olursa, tevbe ile – ve belki tevbesiz  de- affolunabilir. Eğer afv olunmazsa, cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur ”

 

O halde yapılacak  ilk iş, bu bilgilerin derli –toplu olarak sunulduğu bir İlmihal Kitabı edinmek ve onu okuyarak  iman esaslarını (Allah’a, peygamberlerine, kitaplara, meleklerine, âhirete, kazâ ve kadere , hayrın ve şerrin O’nun yaratmasıyla olduğuna iman etmek), Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarını, esmâ-i hüsnâ’yı  ve sonra da dîni hükümleri, farz, vacip, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsidleriyle öğrenmektir.  Bu hususta, Diyanet İşleri Başkanlığımızca hazırlanan (veya onaylanan)  ilmihal kitaplarını tavsiye ediyoruz.

 

Bir kudsi hadiste bildirildiğine göre Allah-u Teâlâ Dâvud aleyhisselâm’a şöyle vahyetmiştir:

“ Ey Dâvud!  Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi, tanınmayı istedim de kâinatı ve mahlukâtı yarattım. Beni bilsinler, tanısınlar diye. Ey Dâvud, faydalı ilim öğren! Faydalı ilim; celâlimi, azametimi , büyüklüğümü, kudretimin herşeye galip olduğunu bilmendir. İşte bu ilim, seni bana yaklaştırır… “        (Marifetname , Erzurumlu İ. Hakkı hz., s. 410)

 

Yazımızı Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem’in bir duâsı ile bitiriyoruz:

“ Ey Seni gerektiği gibi tanıyıp bilemediğimiz,  gerçekte bilinmiş olan Allah’ımız!. Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz! .. ”                 (Marifetname , Erzurumlu İsmail  Hakkı hz., s. 410)

(R .A  Eylül 2014)